20 Şubat 2021 Cumartesi

Son beş senede neler yaptım?

 Selamlar. Uzun zamandır bu bloga bir şey yazmıyordum, hatta varlığını bile unutmuştum (beş sene olmuş). Canım birden bire bir şeyler yazmak istedi.


Şimdi Japonya'da okuyorum. Bu süreçten mi bahsetsem acaba biraz? Beş sene önce psikolojiden yeni mezun olmuş, ne yapacağını bilmez bir haldeydim. Aylarca özel eğitim merkezlerinde iş aradım, sonunda evimin yakınında yeni açılmış bir merkezde iş buldum. Verdikleri maaş da çoğu yere göre çok iyiydi (O zamanlar asgari ücret 1400 TL idi ve 1700 alıyordum, evet şaka gibi, sanki o maaşla tek başına geçinebilirmişim gibi. Ama deneyim kazanmak için mecburdum) Ailemin yanında kaldığım ve aylardır iş aradığım için o maaş makul gözüktü. Belki bilmezsiniz ama özel eğitimde psikolog olarak çalışmak rezalet bir deneyim Türkiye'de. Kısaca işiniz olmayan her şeyi size yaptırıyorlar. Psikolog olduğunuz halde çocuklara matematik, okuma-yazma dersleri veriyorsunuz. Patronlarım bana benden böyle şeyler istemeyeceklerini, kendilerinin de yıllarca sömürüldüğünü falan söyledi ilk görüşmede. Ben de salak salak inandım. Birkaç ay sonra tabii ki bana da kitlediler. Hem işimin dışında ders veriyorum, hem de diğer öğretmenlerden çok ama çok daha az maaş alıyorum. Muhtemelen aşçı ve servis şöförü benden daha çok maaş alıyorlardı, hahah. Çok yıpratıcı ve stresli bir süreçti. Kendimi kullanılmış hissettiğim için geceleri sinirden uyuyamıyor, gündüzleri yastığı yumrukluya yumruklaya uyanıyordum işe gitmek istemediğim için. İşin kötü yanı her özel eğitim bu şekilde işliyor, benim çalıştığım merkez çoğu merkeze kıyasla çok daha iyi sayılırdı.


Her neyse baktım böyle olmayacak, psikolojim bozuluyor, yeni bir karar aldım. Japon Dili ve Edebiyatı okuyup Japonya'ya yani hayalim olan ülkeye gidecektim. O sene tekrar sınava girip çalıştığım kurumda daha bir senemi doldurmadan ayrıldım ve bölüme başladım. Bir yandan da AIESEC'te Japonya'ya staj başvuruları yapıyordum. Üniversitenin ilk yılında Tokyo'daki bir anaokulundan kabul aldım. Altı ay süreyle orada çalışacaktım. Ben orta gelirli bir aileden geliyorum. Tokyo'da maaş alacaktım ama uçak biletini (dönüşü onlara karşılıyordu) almak zorundaydım ve çok zorlandım. Ailem yardımcı oldu, az bir şey de orada ilk ayımı geçirmek için verdiler. Neyse bir şekilde hallettik işte. Güzel bir deneyimdi, Tokyo hayalimdeki gibi değildi (sanırım yıllarca anime izleye izleye Tokyo'ya ayak basar basmaz maceranın içine atlayacağım şeklinde beynimi yıkamışım) Ama Türkiye'deki halime oranla çok daha iyiydim. Stajyer maaşıyla geçinebiliyordum mesela, Türkiye'de aldığım maaşla zerre sosyal etkinlik yapamazsın, hele tek başına yaşamak imkansız. Yani kısmen mutluydum, işim de eğlenceliydi. Biraz yalnızlık çektim sadece. Türkiye'ye döndükten sonra tekrar dönmenin planlarını yaptım, bu sefer orada okumak istiyordum. Burslara başvurdum ve sonuç, 2020 senesinde sonunda buraya geldim. Geleli sanırım bir üç ay oldu. HALA STRESLİYİM. HALA GELECEK KAYGIM VAR. Ne yapmak istediğimi bilmiyorum çünkü! Ağustosta üniversitenin giriş sınavına gireceğim ve sınav Japonca olacak, sınavı geçip geçemeyeceğimi bilmiyorum. Geçemezsem bir sene sonra Türkiye'ye dönmek zorunda kalacağım. Türkiye'ye dönersem ne yapacağım? İş yok, para yok, yüksek lisans yok. Ailemle yaşamaya devam edeceğim asalak gibi. Başarılı olmak zorundayım. 


Aslında ne yapmak istediğimi biliyorum. Kitap yazmak istiyorum. Bu altı ay içinde ne yapıp edip aklımdaki konuyu yazmam lazım. Bu şekilde geçinemeyeceğimin farkındayım ama en azından hayalini kurduğum bir şeyi başarmış olacağım. Bana bol şans dileyin, sizin de yolunuz açık olsun! 

24 Ekim 2016 Pazartesi

Distopik Animeler: Distopik kurguya neden ihtiyaç duyarız?

Sanatta ütopyadansa distopyanın tercih edilmesinin bir nedeni var mı? Edebiyata ya da film sektörüne baktığımda distopik kurguya duyulan ilginin daha çok olduğunu görüyorum ve bunun kaynağında, kahramanlara olan ihtiyacımızın yattığını sanıyorum. Distopya varsa, o düzeni değiştirmek isteyen ve bunun için çabalayan, ya da bu çabalamaya mecbur bırakılmış bir karakter genellikle vardır (evet, anti-kahramanların olduğu kurgular da var). Bu konuyu en çok işleyenlerden biri de anime stüdyoları. Bozuk bir düzen, buna ayak uydurmuş ya da bunun hiç farkında bile olmayan siviller, bu düzenin lehine işlediği bürokratlar ve bu düzene karşı koyan bir kahraman.

Peki neden distopik bir dünyayı değiştirmeye çalışan kahramanları izlemeye ya da okumaya ihtiyaç duyuyoruz? Kahramanlara aslında her zaman ihtiyaç duyuyoruz. Günlük hayatımızda genellikle kontrol elimizde olmuyor, her ne kadar özgür iradenin varlığından söz etsek de çoğu zaman -belki de her zaman- olaylar kendi irademiz dışında gelişiyor ve biz bu değişime ayak uydurmaya çalışıyoruz. Kahramanlarsa bizim yapamadığımızı yapıyorlar. Kontrolü ellerinde tutabiliyor ve günü kurtarıyorlar; bazen de başarısız oluyorlar. Ama sonuç ne olursa olsun, dünyanın daha iyi bir yer olacağına ve adaletin sağlanacağına dair umudumuzu korumamızı sağlıyorlar. Bu bir ihtiyaç ve böyle hissetmekten daha normal bir şey yok. Sonuçta ne biyolojik ne de psikolojik olarak her an ve tamamen dayanıklı olmamız söz konusu değil. Bazen düştüğümüzde bizi kaldıracak güvenilir birine ihtiyacımız oluyor.

Carl Jung bu ihtiyacımızı arketiplerle açıklıyor. Ortak bilinçaltı adını verdiği, atalarımızdan aldığımız ruhsal bir mirasın olduğunu ve arketiplerin, bu ortak bilinçaltımızın evrensel sembolleri olduğunu söylüyor. Ona göre, kahramanlara duyduğumuz ihtiyaç da "kahramanlık arketipi"nden kaynaklanıyor ve davranışlarımızı etkiliyor. Romantik bir söylem gibi durabilir, fakat bu ihtiyaca değinmiş olmasından dolayı değerli.

Distopyayı konu edinen animelerin çoğunun geçtiği mekanlar bana hep zaten yaşadığımız düzenin sadece biraz daha somutlaştırılmışı ve abartılmışı olarak gelmiştir. Belki de reel dünyada bu kadar sık kahramanlara rastlamamamızın sebebi kurgulardaki kadar gözümüze sokulmamış olması. Kökleşmiş ve çok iyi işleyen bir distopyada yaşıyor gibiyiz.

1. Ima, Soko ni Iru Boku (Şimdi ve Sonra, Burada ve Orada)

"Bu dünyanın tüm iyi insanları öldü."



Her bölümün ardından, arkada ninnimsi kapanış bestesi çalarken size tavanı seyrettirecek türden bir anime. 90'ların hareketli pop şarkılarını anımsatan nostaljik açılış bestesinin aksine her bölümle beraber daha da depresif bir atmosfere bürünüyor ve bolca şiddet içeriyor.

"Dünya, şiddetle barışın gelmesini istiyor. Benim tarafımdan, benim için ve bana ait bir barış."

Ima, Soko ni Iru Boku başka bir gezegende geçiyor. Fantastik ögeler barındırsa da yarattığı distopya çoğu animeye göre daha gerçekçi. Ciddi narsistik eğilimleri olan bir diktatörün, küçük yaşta köylerinden koparılıp askerleştirilen çocukların olduğu ve kadınların askerler tarafından tecavüze uğradığı bir gezegen düşünün. Normalde bu tarz animelerde savaşın çocukları ve kadınları nasıl etkilediğine pek değinilmez.

Ana karakter Shu, aslında Tokyo'da yaşayan fakat tanımadığı bir kızı kurtarmaya çalışırken bahsi geçen gezegene ışınlanmış sıradan bir çocuk. Shu'yu ayrı kılansa, güven veren ve kendinden emin tavırları. Maruz kaldığı onca işkenceye ve şiddete rağmen bir gün her şeyin düzeleceğine dair inancını koruyor.

"Emirlere uyduğumuz sürece eve dönebiliriz. Bu yüzden sorun yaratma!"

- Sizlerden anlayışlı olmanızı ve bizimle işbirliği yapmanızı istiyoruz.
- Kafamıza silahlarınızı dayadığınız sürece anlayışlı falan olamayız!

2. Neon Genesis Evangelion


Bu anime, hakkında bahsedilecek çok şeyi olduğu ve bana çok şey kattığı için kısa bir tanıtımını yazıp geçmek küfür gibi geliyor (çalışacağım meslek alanını seçmemde bile etkili oldu). Onun yerine alın bunu izleyin. Zamanım olduğunda NGE'ye özel ayrı bir yayın yazacağım.

Not: Rebuild'lerden nefret ediyorum :)

3. No.6


Zekice işlenebilecek bir konusu varken sonu çok yavan ve anlamsız biten bir anime. Ana karakterlerin arasındaki ilişkiyi ve animenin atmosferini beğendiğim için severek izledim. Soundtrack 9/10. Nezumi'nin söylediği şarkıları hala arada açıp dinliyorum.

4. Psycho-pass



Bu animeyi orijinal konusundan dolayı çok sevmiştim ama görünen o ki konusu pek de orijinal değilmiş! Alfred Bester'in Hugo Ödülünü kazanan bilim-kurgu romanı "Yıkıma Giden Adam" ile benzerlikleri var. Gerçi fikir aynı olsa da olay örüntüsü apayrı tabii ki.

5. Code Geass



Code Geass, anime aleminin ikinci bir Death Note'u sayılabilir. Alakası yok bence ama nedense "Bana Death Note tarzı bir anime önersene" dendiğinde hep bu animenin ismi verilir. Benimse çok sevdiğim animelerden biridir.

Diğer distopik animelere örnek şunlar olabilir;

6. Steins;Gate
7. Ghost in the Shell
8. Ergo Proxy
9. Shinsekai Yori
10. Angel Cop
11. Texhnolyze
12. Deadman Wonderland


Keyifli izlemeler!

23 Ağustos 2016 Salı

Haruku Murakami: Sputnik Sevgilim


Haruki Murakami'nin bu romanı Türkçe'ye çevirilince okumaya karar verdim. Bu yazarın en son "1Q84" üçlemesini bitirmiştim ve bunun dışında okuduğum diğer romanları "İmkansızın Şarkısı" ile "Haşlanmış Harikalar Diyarı ve Dünyanın Sonu" idi.

Murakami'nin romanlarını okumayı seviyorum. İlginç konuları akıcı bir üslupla yazıyor (1Q84'ün o kadar da akıcı olduğunu söyleyemem gerçi). Genelde gerçek hayattan kaçmak istediğim, ama gerçeklikle de bağımı çok fazla koparmak istemediğim zamanlarda okumayı tercih ediyorum. Bazen can sıkıcı da olmuyor değil. Mesela karakterlerine çoğu zaman kendimi yakın hissedemiyorum, başka bir dünyadan geliyor gibiler. Ayrıca kimin hangi marka çanta taktığı, öğle yemeğinde ne yediği gibi ayrıntılara fazla yer vermesi de can sıkıcı olabiliyor. Bunun dışında, Murakami'nin metaforları bazen beni çok yoruyor. Murakami bu açıdan bazen dinlemekten yorulduğum ve iç sesimle "Ne diyor bu Allah aşkına?" dediğim çok yakın bir arkadaşımı anımsatıyor. Evet, metafor kasması dışında Murakami'nin romanlarını okumayı seviyorum.

Sputnik Sevgilim de, bu bahsettiğim yorucu ve anlamsız bulduğum metaforlardan bolca barındırıyor. Kitabın tanıtımı ilgimi çekmişti. Her ne kadar Murakami'nin aşkı anlatış, yansıtış biçimi benim tarzım olmasa da "Japonya'dan bir Yunan adasına uzanan, üç kişiyi birbirine kenetleyen büyüleci bir aşkın hikayesi" yazısını görünce alıp okumam lazım dedim. Yeri gelmişken söyleyeyim, Murakami'nin karakterleri arasındaki ilişkiler ve birbirlerine olan o alışık olmadığım bağlılıkları beni hep yalnız hissettirmiştir. İçimden hep "İdeal olan (Çünkü Murakami'nin idealinin o olduğunu düşünüyorum) bu değil, bir şeyler eksik ve bir soğukluk var" diye düşünürüm. Neden öyle acaba? Belki Murakami'nin üslubundan, belki de kültürel veya cinsiyet farklılıklarından kaynaklıdır. Murakami'nin karakterlerinin genelde içine kapanık ve yalnızlığı seven karakterler olması da böyle hissetmeme neden oluyor olabilir. Nedeni artık her neyse, kitabın tanıtımında geçtiği gibi büyüleyici gelmedi bana anlatılan aşk. 

Tanıtımda bahsedilen bu üç kişi ismi geçmeyen bir erkek, onun aşık olduğu ve aynı zamanda en yakın arkadaşı olduğu Sumire ve Sumire'nin aşık olduğu, ondan yaşça çok büyük olan Myu isminde bir kadın. Murakami'nin en sevdiğim yanı, hikaye normal seyrinde giderken birdenbire o gündelik akışı bozan bazı fantastik öğeler katması. Belki de bu yüzden seviyorum kitaplarını okumayı. Hayatın akışına kaptırmış, belli bir düzeni olan karakterlerin hayatlarını tersine çevirecek bir olay oluyor, ve her zaman da o doğaüstü olayın kaynağı açıklanmıyor. Sputnik Sevgilim de bu açıdan tipik bir Murakami romanıydı ve metaforlarına laf sallasam da merakla okudum. Okuduğum en güzel Murakami romanı değildi, o ayrı. Derecelendirecek olursam; 5/10.

İyi okumalar!

4 Şubat 2015 Çarşamba

Bir korku unsuru olarak "asansörler"

Asansörlerle ilgili bir sürü dehşet verici hikaye var ve hepsini inatla okuyorum. Neredeyse bir daha asansörlere binemeyecek hale geldim. Asansörle nasıl öteki dünyaya gidileceğini bile biliyorum artık. Evet böyle bir ritüel var.
Asansörler sıkıntılı. Bu yayın bununla ilgili olacak.

1. Başka kültürlerde de var mı bilmiyorum ama Japonlarda asansörlerin öteki dünyaya geçişi sağlayan bir araç olduğuna inanılıyor sanırım çünkü çoğu Japon korku hikayelerinde buna rastlıyorum. Bu kısa korku filmi de bununla alakalı (ilk 5 dakika).



2. Asansörde geçen ve anlam veremediğim ürkütücü bir olay:


3. Asansörle ilgili ürkütücü bir anı. (Not: İngilizce. Yayınlayan çevrilmesini ya da başka bloglarda yayınlanmasını istemediği için link veriyorum.) Yorumları da okuyun bol bol deneyim var.

4. Çok eski olamayan ve hala açıklanamamış, The X Files'a konu olabilecek bir olay. Elisa Lam adındaki üniversite öğrencisi genç bir kadın, bahsi geçen otelin asansöründe bir takım garip hareketler yapıyor ve ardından otelin çatı katındaki su tankında ölü bulunuyor. Uyuşturucu ve psikiyatrik rahatsızlığa dair bir geçmişi yok, gayet normal bir hayatı var. Yani intihar etmiş olmasına anlam verilemedi, cinayet olduğuna dair de bir kanıt yok. Bu olay beni zamanında çok uykusuz bırakmıştı. Buyrun asansördeki videosu:





5. Asansörle nasıl öteki dünyaya gideceğinizi anlatan bir ritüel. Ayrıca linkte bununla ilgili bir video var, yorumlarda da deneyimlerini paylaşanlar var.

6. Son olarak, asansörün cennet, cehennem ve dünya arasındaki yolculuğu sağladığı bir anime: Death Parade. Bu sezonun animelerinden. Daha öncelerinde Death Billiards adında bir OVA'sı yayınlanmıştı. Önce onu, daha sonra da animeyi izlemenizi tavsiye ederim.

7 Aralık 2014 Pazar

Tokyo Ghoul: Kaneki Ken üzerine...


Animeden değil mangadan bahsedeceğim. Mangayı okuduktan sonra animesi çok yavan geldi.

Öncelikle ghoullar, insana benzeyen ama insan etiyle beslenen ve kagune denilen uzuvlar çıkartabilen yaratıklar olarak geçiyor animede. Sırf bu mangaya özgü bir kavram sanıyordum ama literatürde böyle bir yaratık varmış sanırım. CCG ise mangada geçen, ghoullara karşı kurulmuş bir komisyon. Buldukları ghoulları, öldürdükleri ghoulların kagunelerinden yapılmış silahlarla öldürüyorlar. Amaçları insanları korumak.

Spoiler vere vere yazacağım. Neden yazıyorum? Okuduğum en iyi mangalardan biri de ondan. Önce konuyu özet geçeceğim, daha sonra da analiz edeceğim, gibi bir şey? Ben de bilmiyorum, başladıktan sonra şekillenecek. Ama genel olarak Kaneki'nin karakter gelişimi üzeride duracağım. Animeyi izlemiş olmanız yetmez, mangayı okumamışsanız bu paragraftan sonrasını okumayın.

Tokyo Ghoul, günümüz Tokyo'sunda geçiyor (pek bariz). Ana karakter, 19 yaşında üniversite öğrencisi Kaneki Ken. Ezik diyebileceğiniz, içine kapanık, edebiyat delisi bir karakter. Tek arkadaşı çocukluğundan beri tanıdığı Hide. Her şey, Kaneki'nin Rize isminde bir kadından hoşlanmasıyla başlıyor. Tanışıyorlar, randevuya çıkıyorlar falan derken aynı günün akşamı Rize'nin asıl amacının Kaneki'yi yemek olduğunu öğreniyoruz, meğerse kendisi "binge eater" olarak bilinen et manyağı bir ghoulmuş. Rize ilk ısırığını alıyor ama tabii Kaneki şokta, bi arbede oluyor falan derken hemen yanlarındaki inşaat halindeki bir binanın tepesinden kazara inşaat malzemeleri düşüyor Rize'nin üzerine ve orada ölüyor. Kaneki ise içi dışına çıkmış bir halde bulunuyor.

Kaneki gözlerini hastanede açıyor, perişan halde tabii ki. Sinsi bir doktoru var başta anlamıyoruz falan ama, Kaneki'ye ameliyatın güzel geçtiğini söylüyor inanıyoruz. Sonra anlıyoruz bir gariplik var. Kaneki ne zaman bi şeyler yemek istese yiyemiyor, kusuyor. Hatta yemeğin kokusu bile midesini bulandırmaya yetiyor. Doktoruna bunu söylediğinde, doktorun geçiştirmesinden hıııı noluyo?? oluyoruz, orada anlıyoruz doktorluk bir şey var.

Kaneki taburcu oluyor ama sefil bir halde. Ne derslerine giriyor ne de Hide'yle görüşüyor. Rize'den kazığı yemiş, hala nasıl hayatta onu bile bilmiyor. Üstüne en sevdiği burger bile mide bulandırıcı geliyor. Tabii ghoullar sadece Tokyo'da değil, dünyada ünlü bi mesele. Yavaş yavaş anlıyor ghoul olduğunu. Meğerse doktoru Kaneki'yi deneme tahtası olarak kullanmış ve Rize'nin organlarını Kaneki'ye nakletmiş, bir şekilde "yarı-ghoul" olmuş. Daha sonraları ortaya çıkıyor doktorun asıl amacı, neyin nesi olduğu.

Şimdi bu mangayı güzel yapan, sizi sürekli ama sürekli şaşırtıyor olması. Ben açıkçası Kaneki'nin Neon Genesis Evangelion'un Shinji'si gibi bir karakter gelişimi göstereceğini düşünmüştüm. Yani hemen hemen aynı kişiliğini sonuna kadar götürür diye bekliyordum. Bir zamanlar insan olduğu için nefsine hakim olmaya çalışacak, insanları öldürmek istemeyecek vs Evet gerçekten de manganın başından sonuna kadar bu amacını sürdürüyor fakat farklı kişiliklerle. Ya da şöyle diyelim, yaşadığı her travmadan sonra (bir değil iki değil) ona bu travmayı yaşatanların belli başlı özelliklerini benimsiyor. Her acıktığında tam bir binge eater'a dönüşüyor, Rize gibi gözü etten başka bir şey görmüyor. Buraya kadar her şey normal seyrindeydi benim için. Kaneki güçlenecek, nefsine hakim olacak, ghoulların hepsinin aslında duygusuz katiller olmadığını insanlara gösterecek, biz de bunu izleyecek & okuyacaktık işte. Ama asıl her şey bundan sonra başlıyor (en azından benim için!)

Nereden geldiği belli olmayan çirkin, iri yarı bir ghoul ortaya çıkıyor. Kaneki o sıralarda az çok yoluna sokmuş hayatını, Anteiku denilen ghoulların çalıştığı bir cafede çalışıyor, bir yandan Touka'dan (bebeğim) ve Yomo'dan dövüş dersleri alıyor falan. Yamori nam-ı diğer Jason denen bu ghoul Aogiri Tree denen amaçları en güçlü olmak olan bir ghoul örgütünden ve görevi yarı-ghoul olması sebebiyle Kaneki'yi üstlerine götürmek. Zorla da götürüyor Kaneki'yi, orada asıl aradıkları ghoulun Kaneki olmadığı anlaşılıyor çünkü Kaneki "yapay" bir ghoul. Efsaneye göre bir insanla bir ghoulun çiftleşmesinden doğacak "yarı-ghoul" hem çok güçlü olurmuş hem de tam hatırlamadığım sebeplerden dolayı özellermiş falan. Gerçekten de böyle bir yarı-ghoul varmış ve onu arıyorlarmış. Neyse, Jason hasta bir karakter, Kaneki'ye ihtiyaç duyulmadığını görünce onu kandırıp bir şekilde siyah-beyaz fayanslı büyük iğrenç bir odaya hapsediyor. Animeyi sevmememin sebebi de bu sahneler. Mangayı okurken hem dehşete düşmüştüm, hem de çok etkilenmiştim ama animede aynı tadı alamadım. O yüzden ilk mangayı okuduğum için kendimi şanslı sayıyorum. Neyse, burada Jason'ın Kaneki'ye yaptığı işkencelere, bu işkenceler nedeniyle Kaneki'nin iç hesaplaşmalarına, annesine karşı olsun, Rize'ye karşı olsun, kendine karşı olsun aslında ne hissettiğine tanık oluyoruz. Kaneki, oldukça uysal yetiştirilmiş bir çocuk. Babası o çok küçükken ölmüş, annesi bu yüzden hayatının sonuna kadar hep çok çalışmış ki zaten bu yüzden de erken yaşta ölmüş. Kaneki annesini öldüğü için suçladığını fark ediyor, onu yalnız bıraktığı için. Acı verendense acı çeken olmayı tercih ettiği için, onu da böyle yetiştirdiği için. İyi biri olmak her zaman iyi bir şey olmayabiliyormuş.

Kaneki'nin bu travmatik yaşantısı, üçüncü bir kişilik çıkarmasına neden oluyor. Normalde nazik, sürekli gülümseyen ve düşünceli biri Kaneki, belki biraz yapmacık diyebileceğiniz. Jason'ın parmak hareketiyle özdeşleşen bu yeni karakterse oldukça soğuk ve güçlü (bir nevi). Manganın bundan sonraki bölümleri (sanırım 30 veya 40 küsürlü bölümler oluyor) bu yüzden muh te şem. Kaneki Anteiku'yu terk ediyor ve kendi grubunu kuruyor, başından beri Kaneki'nin durumundan haberi olan Hide CCG'ye katılıyor (ki emin olmamakla beraber bunu Kaneki için yaptığını düşünüyorum, sanırım Kaneki Anteiku'dan ayrıldıktan sonra da Hide'yle bi şekilde iletişim halindeydi), Kaneki üç kişiliği arasında gidip geliyor vs vs vs Manganın eeeen güzel bölümleriydi ki ta ki son bölümüne kadar. CCG'nin üst seviye müfettişlerinden Arima diye hiç önem vermediğim bir karakter çıktı ve Kaneki'yi öldürdü. Zaten Kaneki son bölümlere doğru iyice gitmişti, güçlü olmakla ve böylece herkesi koruyabilmekle kafayı bozduğu için dengesizleşmişti ve acı çekiyordu (şikayetim de yoktu). Arima'yla olan dövüşte de artık son devredeydi, halüsinasyonlar görmeye başlamıştı. Gökyüzünü Jason'ın ona işkence ettiği odanın fayansları şeklinde gördüğü bi sahne var ki orası çok koydu. Arima'nın eseri olan ceset yığınlarını "lycoris radiata" (ölümü sembolize eden bir çiçek) çiçekleriymiş gibi görüyordu (bu da çok koydu). Sonra küçüklüğünü görmeye başladı, küçükken oynadığı parkı, annesinin son zamanlarını ve bir türlü ona ulaşamadığını... ve ardından öldürüldü. Böyle bir sonu hak etmiyordu, açıkçası ben de hak etmiyordum.

Serinin devamı olan Tokyo Ghoul:re (artık boka sardığını düşünsem de fangirling yapmadan edemiyorum) biraz içimi rahatlatsa da böyle olmamalıydı diyorum. Kaneki'nin dördüncü kişiliğiyle tanışıyoruz (oha artık) ve CCG'de çalışıyor (öğk). Arima'yla ve CCG ile olan savaşın üzerinden üç yıl geçmiş. Nasıl olmuşsa Kaneki hala yaşıyor ama işte CCG'de çalışıyor, geçmişini hatırlamıyor ve ismi Kaneki Ken değil de Sasaki Haise. Bir "dissosiyatif füg" durumu. Zaten manganın başından beri Kaneki'de dissosiyatif kimlik bozukluğu vardı (üç kişilik?). Amnezik bir durum yoktu (açlık çektiği zamanlar dışında), o da bu son kişiliğiyle beraber olmuş oldu. CCG'de çalışmasının sebebine gelirsek, Arima'nın kendisi. Gene nasıl olduysa Kaneki (ya da Sasaki, yepyeni bir karakter olması çok sinir bozucu) Arima'yı babası gibi kabul ediyor. Gerçekten hiç ısınamadım. Zaten başta Kaneki olup olmadığından bile emin olmuyorsunuz, geçen haftalarda ortaya çıktı Kaneki olduğu. Ondan sonra okumaya başladım ama eski tadını vermiyor. Hide ortada yok, Tsukiyama yok.

Ishida Sui animenin ikinci sezonunu tekrar yazmış, yani orijinal bir hikaye olacak, mangayı takip etmeyecek. Ne kadar kötü olabilir ki diyordum ta ki şu afişi görene kadar:


Bu sefer kim ölüyor?! :@

Olaylar üzerinde değil de, Kaneki üzerinde çok durduğum için çok kabaca bahsetmiş oldum. Son olarak, Tokyo Ghoul çizimleri olsun konusu olsun epik bir manga (Tsukiyama!!!). Keşke unutsam da aynı heyecanla baştan okusam.

Ufak notlar;

Kafka'nın Dönüşüm'üne gönderme vardı: 
Kaneki'nin gördüğü işkenceden sonra her kagune çıkarışında giderek çıyana benzemesi (kırkayağın çok daha hızlısı, ıslak görünümlüsü ve çirkini) ve zihinsel olarak da durumunun giderek kötüleşmesi. Kaneki'nin en sevdiği yazarın da buna benzer bir romanı vardı, asıl aranan tek gözlü ghoulun da o olduğu ortaya çıkıyordu.

Tarot kartlarıyla ilgili bir durum vardı!
Ishida Sui bazı sahnelerde ipucu niyetine roma rakamları sıkıştırıyordu, mesela zemindeki kan roma rakamıyla "13" şeklini alıyordu (çok dikkatli olmadığınız sürece fark etmiyorsunuz, 13 numara tarot kartlarında ölümü temsil ediyor). Bir sonraki bölümde/bölümlerde o karakter ölüyordu, gibi.

"Kemiklerinin 103 tanesini kırmaya başlayacağım."
Kaneki'nin Ayato'nun kemiklerini, her kemiğin tek tek Latincesini söylerek kırdığı bir sahne vardı ki ımmm bence Kaneki orada çok karizmatikti. sori.

Kaneki aslında her bölümde karizmatikti ve bu saçmalıkların hiçbirini hak etmemişti.